KARANFİLLER:
2020 ANKARA’SINDAN KARAKTERLER
KLASİKLERİ SEVMEYEN İNSAN
Düşürdüğü anahtarlarını yalnızca sokak lambasının
altında arayan sarhoş gibi, klasikleri sevmeyen insan da hep şimdiyi, gözünün
önündekini arzular. Uzaklara, karanlığa, pusa, orada pusuda olması şüphesiz
yabancılara hiç gelemez. Saman dergisinin
bu haftaki sayısının 13. sayfasının sol alt köşesinde hangi popçunun son
şarkısı tiye alınmıştır, kim tarafından, ne amaçla; sorun, hemen bilir. Şeytan
doldurur da, Aristoteles diyecek olursunuz, yüzünüze bön bön bakar.
Theophrastos’un Χαρακτήρες’ini bilmesi beklenmez
tabii, ama lisede Madame Bovary’i
okuttuklarını, ne kadar sıkıcı bulduğunu her fırsatta anlatması da tahammüle el
vermez. Flaubert’in başka bir şeyini
okumuş mudur, sorulsa “Kimin” der. Aynı zamanda amansız bir çeviri
sürekçisidir. Her şey “çeviri kokuyordur” ona göre, burnunun direğini
kırıyordur. O yüzden her eseri her zaman kendi dilinde, yani türkçe okumayı “tercih
eder”.
YUPPIE AKADEMİSYEN
Yuppie akademisyen kendisine konuşulmasını ister.
Sen konuştuğun sürece açıklayamayacağı şey yoktur, mutlaka Deleuzecüdür. Fotoğraf
çeker, sergiler, eleştirel bakış atar. Gözünü kapasa dünya yok olacak sanır.
Denk gelip de bir keresinde Paris’e gittiğinde ilk işinin Eiffel Kulesi’ne
çıkmak olduğunu söylemez kimselere, d’Orsay’da yatıp kalktı bilinsin ister.
Onun için ideal seks, tripleks İncek villasında grup seksidir. Akşamları barda
kahve içmeyi sever. Sinemayı da sever, paspaldır ama atleti bile Marlon
Brando’nun Arzu Tramvayı’nda giydiği
bir atlettir. Uyarlama olduğunu bilmez, biliyorsa da tüm bildiğini anlata
anlata bitiremez. Derin konuşmak ister, sığ söz oyunlarına karnı toktur. Dünya
görüşü lafın ciddi olmasına, içten gelmesine, samimi kalmasına dayalıdır. Saçma
bir şey duymamıştır. “İnsandır, insana yabancı değildir.” Hiciv olduğunu
bilmez. Süpermarkette kasada karşılaşsan, ayaküstü tüketim kültürü eleştirisi
yapar. Bir yandan da üzülür o insana, sana. Eleştir[e]mezliğine her gün yeniden,
sil baştan şaşar.
RAKISEVER OFİS ÇALIŞANLARI
Çoğuldurlar, daha çoğalırlar. Yakaları da
beyazdır, içkileri de. Haftada en az bir Paytak Martı’ya, ya da Mütevazı
Sansar’a giderler. Boralar Damlalardan hoşlanırlarmış, muhasebedeki Aycanlar
Vakko ucuzluğunda yeni gömlekler almışlarmış, yakaları biraz dar gelmişmiş,
Aysular arabaları yenileyeceklermiş, müdür yardımcıları Mehmet Beylerin bu sıra
hiç keyifleri yokmuş, önüne gelen herkesi paylıyorlarmış. Bunları konuşurlar.
Ofisteki iş bölümünü yeni dalga meyhaneye taşırlar, Özgürler patlıcan
salatasından iyi anlarlar, Merveler taratordan, Ahmet Abilerse palamuttan. Ona
göre aksiyon alırlar. Her şeyi vaktinde yaparlar. Kalamış’tan bir tatlı huzur
almaya geldiklerini hep bir ağızdan ilan edip, solist hanımlar da I Will Survive’ı okuduktan sonra sıra
Ankara’nın bağlarında oynaşan Efelerle Gözdelerin resimlerini çekmeye gelir.
“Annelerinize söyleyeceğim” der birileri. Kahkahalarla gülerler, ama ne kahkahalarla. Pazartesi görüşmek üzere ayrılırlar Sevdalı Sazan’ın önünden.
STÖcük
Doğuda bir yerlerde bir takım paydaşlar mahvın
eşiğinde duruyordur, batıda bir yerlerde bir takım paydaşlar insani gelişmenin
arifesinde. Onlarla kaderleri arasında STÖcük durur, önünde dizüstü bilgisayarıyla.
Kurtaracağı, geliştireceği paydaş kadar atması gereken e-mail vardır çünkü.
Cebi sürekli çalar. O bilgisayar kapanmaz, telefon susmaz birileri “Biraz da
kendine vakit ayır canım” demedikçe. O zaman kendi diğerkamlığı duygulandırır
STÖcüğü. O insanları anlatır. Onlar
için yapamadıklarından, yapmasına ödenek ayırmayanlardan, izin vermeyenlerden
dem vurur. Gözleri uzaklara dalar, aklına yeni bir proje fikri gelmiştir
konuştukça. Etrafına bakar, elleri bilgisayarına gitmeye hazır, gönüllü katkı sağlayabilecek paydaşları
sayar. Cepten birilerini arar. Donörler belirlenip, iş proje ekibine
ne kadar ödenek, proje koordinatörüne kaç
gün üzerinden ne kadar per diem ücret
bağlanacağına geldiğinde, bilgisayar çoktan çıkmıştır çantadan, cebi
susmuyordur. STÖcük kendine vakit ayıramaz. Paydaşları için hep cebine bakması
gerekir.
ATÖLYE İNSANI
Onun için dünyadaki her
şey bir sanat problemidir, özellikle de siyah beyaz fotoğraf ve film kısa
cinsinden. Yaşlılık olsun, yokluk olsun, başkalarının pornografik bulacağı
imajlarda ruhunu derinden etkileyen anlamlar bulur. Bunları bulması yetmez,
paylaşması gerekir. Ruhdaşlarıyla loş, çıplak duvar minimalizmli apartman
katlarında bir araya gelerek, dingin bir sesle konuşur. Ne dediği her zaman
duyulmaz. Ruhuna yanaşmanı bekler, ki duyasın. Ruhuna yanaştıktan sonra dediği
bir şeye karşı çıkma kabalığını yapmamanı bekler. Kibardır. Kibarlığını sen
konuşurken başıyla olumlamasında, gözlerini düşünürmüş gibi kısmasında da
görürsün. Yalnız seni böyle dinlemez, atölyeye gelen her konuşmacıyı, yerli
yabancı ayrımı dahi yapmadan; iç sıkıntısı dışavurumsal olarak ele alan her
katılımcıyı da böyle dinler. Hep sakindir. Hayat dediğimiz şu gösterimde yerini
bulmuş, oturmuştur çünkü. Bazen, güneş batmaya yakın, sokaktan gelip geçenlerin
gölgeleri atölyenin çıplak duvarına vurunca kamerasına davranır. Gölgelerini
izlemezsen çok kırılır.
HEGELCİ
Hegelci her sabah tarihin son ve tek bilinçli
öznesi olduğunun farkındalığına uyanır. Tarihin son ve tek bilinçli öznesi
olduğunun farkındalığıyla simit alır, tarihin son ve tek bilinçli öznesi
olduğunun farkındalığıyla dolmuşuna biner. Hegelci, tarihin son ve tek bilinçli
öznesi olduğunun farkındalığıyla her lafa karışır, başkalarının bilinçsizliğini
örtmek pahasına canla başlar uğraşır. Kimseyi bulamazsa yan masalara dadanır.
Ağzını kapasa dünya yok olacak sanır. Geist
çarpmışa çevirdiğini sanır ötekileştirmediği
ötekini. Ötekileştirmemesi dehasının bir parçasını, nafile de olsa, nafile
olduğunun bilinciyle vermeye çalışmasındandır. Salça olur, insanda ağız tadı
bırakmaz. Çetrefil bir terminolojiyle
dokur, kafa şişirir. Hegelci her gece, tarihin son ve tek bilinçli öznesi
olduğunun farkındalığıyla uykuya dalar. Rüyaları, biz ötekilerin tarihidir
artık.
ROCK’I SEVEN PROFESYONEL
Rakısever ofis
çalışanlarına göre üst sınıftır, en azından onlarla karşılaştırıldığında
Amerikalıların tabiriyle old money’dir. Americana ruhuna işlemiştir,
kolejde, fakültede. Sonra stajda, büroda, klinikte, muayenehanede. Herkes yeni
merak salmış dövdürürken, onun dövmesi çoktan solmuştur, tazeletir gülünü,
ejderhasını. Motor grubu çoluk çocuk dolmuştur artık, ziyanı yok, gençlere
çılgınlık öğretir. Şimdi oğlan da üniversiteye gitmeye yakın, eski eşi deniz
kenarına taşınmışken hazır, emekliliğine beş kala daha bir keyfine varmıştır
Harley Davidson’ların, Jack Daniels’ların, Deep Purple’ların. Başının tacı
metaldir. Müziğin, içkinin; muhabbetin, ilişkinin sertiyle sabahı sabah eder. Bazen
kostümsüz, günlük haliyle Tunalı’da görürsün, yanında lise çağında çocuğuyla,
elinde market poşetleriyle. Boyu on santim daha kısa, yüzü on yıl daha yaşlı
görünür. Şaşakalırsın.
SONRADAN KADIKÖYLÜ
Sana tek gözüyle acıyarak, diğer gözüyle kızarak
bakar. Suçun da Ankara’da oturmaktır, cezası da. ‘Oturmak’ demez şüphesiz,
taşralı bulur, ‘yaşamak’ der. Buna da yaşamak denebilirse. “Hayır abi, geceleri
n’apıyorsunuz” der, ciddi ciddi. Tüm melekelerini, İstanbul’a bir sene önce
gittiğini saklamaya adar, bilmezmişsin gibi. Oturuşu bir başka, kalkışı bir
başkadır şimdi. Şehir insanı
değiştirir tabii. Yoruyordur da, yıpratıyor da, değiyordur da ama; “bir keyif”
veriyordur. Öznesi şehir olanın
yüklemi bitmez. Biz ise, biz memurlar, biz bizeyizdir caddelerde. Şu caddelerde hani. Şu caddelerdeki trafiği yetersiz bulur, bir yerden bir yere
vakitlice gidebilmek, geri kalmışlığın göstergesidir çünkü. Zira. En kötü yanı,
istesen de çok kızamamandır ona. Gece yarısı AŞTİ’den binip, sabah Harem’de
inecektir çünkü. Zira. İstanbul’a dönüşlerini sevdiğini düşünecektir, tedirgin
otobüs uykusunda Yahya Kemal olduğunu sanarak. Palyatif bakıma ihtiyacı vardır,
söylemeye dilin varmaz.
KARAKTERLERİ YAZAN KARAKTER
Ya sandalyesinin ucunda, ya dimdik oturur. Hep
kalkıp gidecek gibidir, hep tedirgindir. Derde alışkındır, ama rahat batar.
Müziği beğenmez, şans eseri seveceği bir şey çalmışsa ses sistemi kötüdür. Ses
sistemi çalışsa iyi ayarlanmamıştır. İyi ayarlanmış olsa kötü müzik çalıyordur.
Böyle günlük rahatsızlıktan oluşan çemberler üst üste binerek, yıllarını
tanımlayan bir yörünge çizgisi oluştururlar onun için. Hal böyleyken
etraftakilere sarar. Müziği bırakıp onları dinler. Bu kadar sıradan, bu kadar
dangul dungul, bu kadar ipe sapa gelmez, bu kadar abuk olmalarına rağmen
nasıl bu kadar rahat göründüklerine şaşar kalır. Kendini onların yerine
koymaya kalkar, bazen daha da ileri gidip onlarla zaman geçirdiği olur. Geçici
rahatlama yerini daha büyük bir bıkkınlığa bırakır. Köşesine döner. Müziği
dinlemeye başlar. Bırakır. Etrafını dinlemeye başlar. Yanlış hesaplanmış
yörüngesinde devam eder. Kendini karakterlerin tasnifine adamaz, defalarca, hep
farklı yüzlerle karşısına çıkan karakterler bu fikri sokarlar aklına. Başta
inanmaz, sonda da inanmayacaktır. Ama arada bir yerde, “denemekten ne çıkar”
diye düşünür, karakterleri yazan karakter olur. Sonra yörüngesinde devam
eder.
