5 Mart 2020 Perşembe

KARANFİLLER




KARANFİLLER:

2020 ANKARA’SINDAN KARAKTERLER



 KLASİKLERİ SEVMEYEN İNSAN



Düşürdüğü anahtarlarını yalnızca sokak lambasının altında arayan sarhoş gibi, klasikleri sevmeyen insan da hep şimdiyi, gözünün önündekini arzular. Uzaklara, karanlığa, pusa, orada pusuda olması şüphesiz yabancılara hiç gelemez. Saman dergisinin bu haftaki sayısının 13. sayfasının sol alt köşesinde hangi popçunun son şarkısı tiye alınmıştır, kim tarafından, ne amaçla; sorun, hemen bilir. Şeytan doldurur da, Aristoteles diyecek olursunuz, yüzünüze bön bön bakar. Theophrastos’un Χαρακτήρες’ini bilmesi beklenmez tabii, ama lisede Madame Bovary’i okuttuklarını, ne kadar sıkıcı bulduğunu her fırsatta anlatması da tahammüle el vermez. Flaubert’in başka bir şeyini okumuş mudur, sorulsa “Kimin” der. Aynı zamanda amansız bir çeviri sürekçisidir. Her şey “çeviri kokuyordur” ona göre, burnunun direğini kırıyordur. O yüzden her eseri her zaman kendi dilinde, yani türkçe okumayı “tercih eder”.


YUPPIE AKADEMİSYEN



Yuppie akademisyen kendisine konuşulmasını ister. Sen konuştuğun sürece açıklayamayacağı şey yoktur, mutlaka Deleuzecüdür. Fotoğraf çeker, sergiler, eleştirel bakış atar. Gözünü kapasa dünya yok olacak sanır. Denk gelip de bir keresinde Paris’e gittiğinde ilk işinin Eiffel Kulesi’ne çıkmak olduğunu söylemez kimselere, d’Orsay’da yatıp kalktı bilinsin ister. Onun için ideal seks, tripleks İncek villasında grup seksidir. Akşamları barda kahve içmeyi sever. Sinemayı da sever, paspaldır ama atleti bile Marlon Brando’nun Arzu Tramvayı’nda giydiği bir atlettir. Uyarlama olduğunu bilmez, biliyorsa da tüm bildiğini anlata anlata bitiremez. Derin konuşmak ister, sığ söz oyunlarına karnı toktur. Dünya görüşü lafın ciddi olmasına, içten gelmesine, samimi kalmasına dayalıdır. Saçma bir şey duymamıştır. “İnsandır, insana yabancı değildir.” Hiciv olduğunu bilmez. Süpermarkette kasada karşılaşsan, ayaküstü tüketim kültürü eleştirisi yapar. Bir yandan da üzülür o insana, sana. Eleştir[e]mezliğine her gün yeniden, sil baştan şaşar.


RAKISEVER OFİS ÇALIŞANLARI



Çoğuldurlar, daha çoğalırlar. Yakaları da beyazdır, içkileri de. Haftada en az bir Paytak Martı’ya, ya da Mütevazı Sansar’a giderler. Boralar Damlalardan hoşlanırlarmış, muhasebedeki Aycanlar Vakko ucuzluğunda yeni gömlekler almışlarmış, yakaları biraz dar gelmişmiş, Aysular arabaları yenileyeceklermiş, müdür yardımcıları Mehmet Beylerin bu sıra hiç keyifleri yokmuş, önüne gelen herkesi paylıyorlarmış. Bunları konuşurlar. Ofisteki iş bölümünü yeni dalga meyhaneye taşırlar, Özgürler patlıcan salatasından iyi anlarlar, Merveler taratordan, Ahmet Abilerse palamuttan. Ona göre aksiyon alırlar. Her şeyi vaktinde yaparlar. Kalamış’tan bir tatlı huzur almaya geldiklerini hep bir ağızdan ilan edip, solist hanımlar da I Will Survive’ı okuduktan sonra sıra Ankara’nın bağlarında oynaşan Efelerle Gözdelerin resimlerini çekmeye gelir. “Annelerinize söyleyeceğim” der birileri. Kahkahalarla gülerler, ama ne kahkahalarla. Pazartesi görüşmek üzere ayrılırlar Sevdalı Sazan’ın önünden.  


STÖcük



Doğuda bir yerlerde bir takım paydaşlar mahvın eşiğinde duruyordur, batıda bir yerlerde bir takım paydaşlar insani gelişmenin arifesinde. Onlarla kaderleri arasında STÖcük durur, önünde dizüstü bilgisayarıyla. Kurtaracağı, geliştireceği paydaş kadar atması gereken e-mail vardır çünkü. Cebi sürekli çalar. O bilgisayar kapanmaz, telefon susmaz birileri “Biraz da kendine vakit ayır canım” demedikçe. O zaman kendi diğerkamlığı duygulandırır STÖcüğü. O insanları anlatır. Onlar için yapamadıklarından, yapmasına ödenek ayırmayanlardan, izin vermeyenlerden dem vurur. Gözleri uzaklara dalar, aklına yeni bir proje fikri gelmiştir konuştukça. Etrafına bakar, elleri bilgisayarına gitmeye hazır, gönüllü katkı sağlayabilecek paydaşları sayar. Cepten birilerini arar. Donörler belirlenip, iş proje ekibine ne kadar ödenek, proje koordinatörüne kaç gün üzerinden ne kadar per diem ücret bağlanacağına geldiğinde, bilgisayar çoktan çıkmıştır çantadan, cebi susmuyordur. STÖcük kendine vakit ayıramaz. Paydaşları için hep cebine bakması gerekir.   

      

ATÖLYE İNSANI



Onun için dünyadaki her şey bir sanat problemidir, özellikle de siyah beyaz fotoğraf ve film kısa cinsinden. Yaşlılık olsun, yokluk olsun, başkalarının pornografik bulacağı imajlarda ruhunu derinden etkileyen anlamlar bulur. Bunları bulması yetmez, paylaşması gerekir. Ruhdaşlarıyla loş, çıplak duvar minimalizmli apartman katlarında bir araya gelerek, dingin bir sesle konuşur. Ne dediği her zaman duyulmaz. Ruhuna yanaşmanı bekler, ki duyasın. Ruhuna yanaştıktan sonra dediği bir şeye karşı çıkma kabalığını yapmamanı bekler. Kibardır. Kibarlığını sen konuşurken başıyla olumlamasında, gözlerini düşünürmüş gibi kısmasında da görürsün. Yalnız seni böyle dinlemez, atölyeye gelen her konuşmacıyı, yerli yabancı ayrımı dahi yapmadan; iç sıkıntısı dışavurumsal olarak ele alan her katılımcıyı da böyle dinler. Hep sakindir. Hayat dediğimiz şu gösterimde yerini bulmuş, oturmuştur çünkü. Bazen, güneş batmaya yakın, sokaktan gelip geçenlerin gölgeleri atölyenin çıplak duvarına vurunca kamerasına davranır. Gölgelerini izlemezsen çok kırılır.       


HEGELCİ



Hegelci her sabah tarihin son ve tek bilinçli öznesi olduğunun farkındalığına uyanır. Tarihin son ve tek bilinçli öznesi olduğunun farkındalığıyla simit alır, tarihin son ve tek bilinçli öznesi olduğunun farkındalığıyla dolmuşuna biner. Hegelci, tarihin son ve tek bilinçli öznesi olduğunun farkındalığıyla her lafa karışır, başkalarının bilinçsizliğini örtmek pahasına canla başlar uğraşır. Kimseyi bulamazsa yan masalara dadanır. Ağzını kapasa dünya yok olacak sanır. Geist çarpmışa çevirdiğini sanır ötekileştirmediği ötekini. Ötekileştirmemesi dehasının bir parçasını, nafile de olsa, nafile olduğunun bilinciyle vermeye çalışmasındandır. Salça olur, insanda ağız tadı bırakmaz. Çetrefil bir terminolojiyle dokur, kafa şişirir. Hegelci her gece, tarihin son ve tek bilinçli öznesi olduğunun farkındalığıyla uykuya dalar. Rüyaları, biz ötekilerin tarihidir artık.


ROCK’I SEVEN PROFESYONEL



Rakısever ofis çalışanlarına göre üst sınıftır, en azından onlarla karşılaştırıldığında Amerikalıların tabiriyle old money’dir. Americana ruhuna işlemiştir, kolejde, fakültede. Sonra stajda, büroda, klinikte, muayenehanede. Herkes yeni merak salmış dövdürürken, onun dövmesi çoktan solmuştur, tazeletir gülünü, ejderhasını. Motor grubu çoluk çocuk dolmuştur artık, ziyanı yok, gençlere çılgınlık öğretir. Şimdi oğlan da üniversiteye gitmeye yakın, eski eşi deniz kenarına taşınmışken hazır, emekliliğine beş kala daha bir keyfine varmıştır Harley Davidson’ların, Jack Daniels’ların, Deep Purple’ların. Başının tacı metaldir. Müziğin, içkinin; muhabbetin, ilişkinin sertiyle sabahı sabah eder. Bazen kostümsüz, günlük haliyle Tunalı’da görürsün, yanında lise çağında çocuğuyla, elinde market poşetleriyle. Boyu on santim daha kısa, yüzü on yıl daha yaşlı görünür. Şaşakalırsın.  


SONRADAN KADIKÖYLÜ



Sana tek gözüyle acıyarak, diğer gözüyle kızarak bakar. Suçun da Ankara’da oturmaktır, cezası da. ‘Oturmak’ demez şüphesiz, taşralı bulur, ‘yaşamak’ der. Buna da yaşamak denebilirse. “Hayır abi, geceleri n’apıyorsunuz” der, ciddi ciddi. Tüm melekelerini, İstanbul’a bir sene önce gittiğini saklamaya adar, bilmezmişsin gibi. Oturuşu bir başka, kalkışı bir başkadır şimdi. Şehir insanı değiştirir tabii. Yoruyordur da, yıpratıyor da, değiyordur da ama; “bir keyif” veriyordur. Öznesi şehir olanın yüklemi bitmez. Biz ise, biz memurlar, biz bizeyizdir caddelerde. Şu caddelerde hani. Şu caddelerdeki trafiği yetersiz bulur, bir yerden bir yere vakitlice gidebilmek, geri kalmışlığın göstergesidir çünkü. Zira. En kötü yanı, istesen de çok kızamamandır ona. Gece yarısı AŞTİ’den binip, sabah Harem’de inecektir çünkü. Zira. İstanbul’a dönüşlerini sevdiğini düşünecektir, tedirgin otobüs uykusunda Yahya Kemal olduğunu sanarak. Palyatif bakıma ihtiyacı vardır, söylemeye dilin varmaz.      


KARAKTERLERİ YAZAN KARAKTER



Ya sandalyesinin ucunda, ya dimdik oturur. Hep kalkıp gidecek gibidir, hep tedirgindir. Derde alışkındır, ama rahat batar. Müziği beğenmez, şans eseri seveceği bir şey çalmışsa ses sistemi kötüdür. Ses sistemi çalışsa iyi ayarlanmamıştır. İyi ayarlanmış olsa kötü müzik çalıyordur. Böyle günlük rahatsızlıktan oluşan çemberler üst üste binerek, yıllarını tanımlayan bir yörünge çizgisi oluştururlar onun için. Hal böyleyken etraftakilere sarar. Müziği bırakıp onları dinler. Bu kadar sıradan, bu kadar dangul dungul, bu kadar ipe sapa gelmez, bu kadar abuk olmalarına rağmen nasıl bu kadar rahat göründüklerine şaşar kalır. Kendini onların yerine koymaya kalkar, bazen daha da ileri gidip onlarla zaman geçirdiği olur. Geçici rahatlama yerini daha büyük bir bıkkınlığa bırakır. Köşesine döner. Müziği dinlemeye başlar. Bırakır. Etrafını dinlemeye başlar. Yanlış hesaplanmış yörüngesinde devam eder. Kendini karakterlerin tasnifine adamaz, defalarca, hep farklı yüzlerle karşısına çıkan karakterler bu fikri sokarlar aklına. Başta inanmaz, sonda da inanmayacaktır. Ama arada bir yerde, “denemekten ne çıkar” diye düşünür, karakterleri yazan karakter olur. Sonra yörüngesinde devam eder.